Röportaj: Prof.Dr. Macit Özenbaş

2019 senesinden bir not:

Prof. Dr. Macit Özenbaş ile bu röportajı 2014 senesinde, malzeme mühendisliği eğitiminde çevrimiçi araçların potansiyelini konuşmak için gerçekleştirmiştik. Birçok farklı konunun konuşulduğu, oldukça uzun bir sohbet olmuştu. Aşağıdaki metin, kolay okunabilmesi amacıyla bu sohbetin yalnızca kısa bir parçasını içeriyor.

Röportajda bahsi geçen bazı değerlendirmeler ve yorumlar, bugün baktığınız yerden farklı görünüyor olabilir. O nedenle aşağıda yer alan yorumların, 2014 senesinde görünen resmi değerlendirdiğini önden hatırlatmak istedim.

-Arda Çetin

✤  ✤  ✤

Çevrimiçi eğitimin popülerliğinin gittikçe arttığı bugünlerde, Türkiye’deki üniversitelerin bu sürece nasıl adapte olacakları herkesin merak ettiği bir konu. Bu konuda görüşlerini almak için ODTÜ Metalurji ve Malzeme Mühendisliği Bölümü’nün tecrübeli öğretim üyelerinden Prof.Dr. Macit Özenbaş ile metalurji ve malzeme mühendisliği eğitiminin geleceği ve çevrimiçi eğitim araçlarıyla ne şekilde bütünleştirilebileceği üzerine konuştuk.

Macit Özenbaş
Prof.Dr. Macit Özenbaş (Fotoğraf: Arda Çetin)
Arda Çetin: Okuyucularımız için biraz kendinizi tanıtır mısınız?

Ben 1973 yılında ODTÜ Metalurji Mühendisliği Bölümü’nden mezun oldum. 1975 yılında yüksek lisans derecemi, 1981 yılında da doktoramı yine aynı üniversiteden aldım. Ondan sonra dört sene kadar Almanya’da, Stuttgart’taki Max Planck Enstitüsü’nde postdoc olarak çalıştım. Daha sonra da 1996-2000 yılları arasında, Princeton Üniversitesi’nde misafir öğretim görevlisi olarak görev yaptım. Materials Research Institute’de. Sonrasında da tekrar ODTÜ’ye geri döndüm.

Sizin metalurji ve malzeme mühendisliği eğitimi alanında derin bir tecrübeniz var. Bir eğitimci gözüyle baktığınızda, metalurji ve malzeme mühendisliği eğitiminin zorluklarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şimdi, metalurji ve malzeme mühendisliği çok geniş bir alanı kapsıyor. Bir kere her şeyden önce içinde mühendislik var. Sadece malzeme bilimi olsa, o zaman işin karakterizasyon kısmıyla ilgileneceksiniz demektir. Ama mühendisliği de kattığınız zaman, işin üretim ve çıkan ürünün değerlendirilmesi taraflarıyla da ilgilenmek zorundasınız. O yüzden mühendislik dediğiniz zaman hem karakterizasyonla, hem de üretimle ilgilenmek zorundasınız. Ürettiğiniz malzemenin fonksiyonunu en iyi şekilde gerçekleştirmesini sağlamak zorundasınız.

Ama işin bir de metalurji tarafı var. Tabii bu biraz zorlamadan kaynaklanıyor. Bunun nedeni, çok eskilerden beri bizim bütün iş kanunlarımızda metalurji mühendisliğinin geçerli olması. Dolayısıyla, bakanlıklardaki pek çok pozisyonda ve aynı zamanda metalurji sektöründe hep metalurji mühendisinin işlevi olmasıyla ilgili bir durum.

Bürokratik nedenleri var yani?

Evet. Metalurji mühendisliği ismi aslında bu nedenlerle kaldı. Amerika’daki gibi Materials Science and Engineering’e dönüşemedi.

Bunun dışında metalurji ve malzeme eğitimindeki temel zorluk, konunun oldukça geniş bir kapsamı olmasından kaynaklanıyor. Üretim metalurjisinden tutun, yeni malzemeler dediğimiz, kompozit malzemelerin, elektronik sanayisinde kullanılan malzemelerin, optik özellikleri olan malzemelerin veya genel olarak optoelektronik özellikleri olan malzemelerin özelliklerinin iyileştirilmesi dediğimiz zaman, iş iyice karmaşıklaşıyor.

Tabii, eğitimdeki zorluk, sadece bilgilerin verilmesiyle ilgili değil. Bunların bir de uygulamadan geçmesi gerek. Bildiğimiz test yöntemleri ya da şekillendirme yöntemlerine ek olarak, bu saydığım yeni malzemeler için de artık yeni üretim yöntemleri ve yeni test yöntemleri ortaya çıkıyor. Bunlar hep teknolojiye dayalı ve mali açıdan oldukça külfetli şeyler. Bu zorluklar sadece bizim ülkemiz için geçerli değil tabii. Yurtdışı için de aynı şey söz konusu.

Anlıyorum. İsteseniz bu zorlukları bir tarafa bırakıp, biraz da sizin eğitimci olarak öğrencilere ve eğitime yaklaşımınız üzerine konuşalım.

Tabii. Şimdi her şeyden önce, bizim öğrencilere birkaç sene içinde meslektaşımız olarak göreceğimiz kişiler olarak bakmamız gerekiyor. Bir eğitimci karşısındakini sadece öğrenci olarak görürse, onlara yaklaşabilmeniz mümkün olmaz. Öğrencileri mutlaka müstakbel meslektaşımız olarak görmemiz lazım ki, onlarla aynı dili konuşabilelim.

Ama şimdi öğrenciler için de çok ciddi bazı zorluklar var. O zorluklardan en önemlisi, üniversiteye giriş sisteminde uygulanan sınavlar. Tabii ki üniversite sayısının az, öğrenci sayısının ise çok olduğu bir yerde, sizin bir seçme sınavı yapmanız kaçınılmazdır. Bunu yapmanın farklı teknikleri olabilir, o ayrı bir şey. Ama bu sınav nedeniyle öğrencilere bilgi vermek yerine, işte puan nasıl arttırılır şeklinde taktiklerle yaklaşılıyorsa, bu problemli bir durum. Bunun sonucu olarak da, öğrencilerin üniversiteye yeteri kadar hazırlıklı, ya da yurtdışında gördüğümüz gibi yeteri kadar olgun gelmediklerini görüyoruz.

Nasıl yaklaşıyorsunuz bu soruna?

Öğrenciler liseden mezun olup buraya geldiklerinde, onların sadece meslekle ilgili bilgileri edinip, bir an önce çalışma hayatına geçmelerini, ekonomiye katkıda bulunmalarını, toplumun yükselmesi için çalışmalarını istiyoruz. Ama öğrencilerin temel bilgileri eksik olduğu için, ilk birkaç sene kendilerine bu bilgiyi vermemiz gerekiyor. Tekrar öğrencilere fizik, kimya, matematik anlatmayı kastetmiyorum burada: Bu disiplinler arasındaki bağlantıları ve iletişimi öğrencilere aktarmayı, bunların meslek hayatında nasıl kullanılacağı ve bir araya getirileceği bilgisini aktarmayı kastediyorum.

Kullanılan eğitim araçlarının çeşitliliği de önemli. Artık sadece tahtaya yazıp çizme şeklinde değil de, daha çok uygulamaya yönelik, öğrencileri grup halinde çalıştırmaya yönelik metotlar kullanmak zorundasınız. Bu tür şeyler öğrenciyi sadece pasif konumda olmaktan çıkartıp, dersin içine aktif şekilde katılmasını sağlayabilir.

Çevrimiçi eğitim araçlarının da bu konuda yardımı olabilir mi?

Tabii, böyle yeni teknikleri de kullanmakta fayda var. Şimdi bakıyorsunuz, otobüste giderken ya da İstanbul’da vapurda karşıya geçerken, gençlerin sürekli cep telefonlarıyla ya da bir takım elektronik cihazlarla meşgul olduklarını görüyorsunuz. Genç nesil buna çok açık. Siz ne kadar tahta başında bir şeyler anlatmak için uğraşsanız da, bu şekilde yetişen öğrenciye pek de bir şey kazandırmıyor. Çünkü onlar kendilerini o ekranda görüyorlar. Ve sizin de onlara o ekrandan ulaşabilmeniz gerekiyor. Onun için çevrimiçi eğitime önem vermek gerekiyor. Bu sadece eğitim ile ilgili değil, bildiğiniz gibi artık her şey bu yöne gidiyor, e-yönetim gibi, e-devlet gibi şeylerle yürütülüyor. Bir on sene önce hepimiz yazılarımızı yazar, altını imzalar gönderirken, şimdi her şey bilgisayarla hallediliyor. Öğrencilerin notlarını bilgisayardan giriyorsunuz, öğrenciler ödevlerini size öyle gönderebiliyor. Yani onun için çevrimiçi eğitime önem vermek lazım.

Kesinlikle…

Ama şimdi çevrimiçi eğitim denildiği zaman, okulda verilen dersleri videoya çekip, sonra ülkenin uzak köşelerinde, yeterli imkanı olmayan insanların bu videoları bilgisayardan izlemesi şeklinde düşünülüyor. Halbuki biz çevrimiçi eğitimden çok daha farklı şeyler anlıyoruz. Siz tabii ki verdiğiniz bir dersi videoya çekebilirsiniz ama o sadece öğrencinin film izlemek yerine sizi izlediği bir şeye dönüşebilir. Üstelik, derste çektiğiniz videonun kalitesi kötüyse, sizin tahtaya yazdığınız şeyler net görünmüyorsa, o bir zaman kaybından başka bir şey değil. Onun için çevrimiçi eğitim dediğimiz zaman, bizim çok iyi hazırlanmış ders materyallerine ihtiyacımız var. O ders materyallerinde hiçbir şeyi kaçırmamak gerekiyor. En ufak bir noktayı bile çok iyi hazırlayarak öğrenciye sunmak lazım ki, bu bir powerpoint sunumu da olabilir, herhangi bir word dosyası da olabilir, öğrenci onu net bir şekilde takip edebilsin.

Yani çevrimiçi eğitim diyerek, çok tanınmış bir hocanın rastgele bir ders videosunu koymak bir çözüm değil. Çok iyi hazırlanmış şeyler gerekiyor. Bu notların öğrenciler tarafından da çok iyi özümsenmesi gerekiyor. Öğrencinin belli bir zaman harcamasını bekliyoruz. Bizim flip-flopped classroom dediğimiz bir model var: öğrenci evde bütün bu bilgileri özümsedikten sonra sizin karşınıza gelecek ve siz ders saatlerini artık o konuyu öğretmekle değil, öğrencilerin sorularını alarak, karşılıklı deneyimleri paylaşarak ve son değerlendirmeleri yaparak geçiriyorsunuz.

Çevrimiçi eğitimin gerçek potansiyeli de burada galiba?

Evet. Mesela MIT’de bu iş uzun yıllardır yapılmasına rağmen, meşhur Bruce Clemens güneş pilleri üzerine bir ders koydu. Ve MIT bu dersi daha bu sene, 2013 yılında, ilk gerçek açık ders diye ilan etti. Çünkü çok güzel hazırlanmıştı. Sadece ders notları şeklinde değildi. Tüm adımları arka arkaya çok güzel verilmişti. Öğrenciler dersi takip edip güneş enerjisi konusunu iyice özümsedikten sonra, Bruce Clemens ile oturup 15 günlük bir çalıştay çerçevesinde bir araya gelerek o dersi tamamlayabildiler.

Öğrenciler arasındaki seviye farklarını ortadan kaldırma konusunda da çevrimiçi eğitimin faydası olabilir mi?

Kesinlikle. Tabii, çevrimiçi eğitim dediğimiz zaman, bir de uygulaması var bu işin. Evvelden 10 kişinin okuduğu bir bölümde 50-60 kişi okumakta. Bizim ülkeyi düşünürseniz de, bir sınıfta 100 kişiler okumakta. O yüzden, her öğrencinin uygulama anlamında tek başına bir deneyi başından sonuna yapabilmesi, onun sonuçlarını sunabilmesi mümkün değil. Dolayısıyla grup çalışması oluyor. Çevrimiçi eğitim bu sorunun çözümünde de rol oynayabilir. Bu deneyleri sanal ortamda, internet üzerinden yaptırmak mümkün.

Tabii, herkes çevrimiçi eğitim lafını ediyor ama bunun için önce eğiticinin eğitilmesi gerekiyor. Herkesin bu teknolojileri son derece iyi bilmesi ve karşısındaki öğrenciden çok daha iyi kullanabilmesi lazım. Bunun için benzetim teknolojileri dediğimiz simülasyon tekniklerinin çok iyi anlaşılması gerekiyor. En azından her derste bir yazılımın ele alınması, o dersin öğrenciye daha sıcak görünmesini sağlayacaktır. Çünkü onlar sürekli bu tür şeylerle meşguller.

Sonuç olarak çevrimiçi eğitimi küçümsememek ve ona önem vermek gerekiyor. Tabii ki öğrenciyle karşı karşıya geldiğinizde sorularınızla, onların size sorularıyla belki her şeyi çok daha iyi anlatma şansını buluyorsunuz ama çevrimiçi eğitim de bir o kadar önemli diye düşünüyorum.

Biraz da malzeme mühendisliğinin geleceğinden konuşalım. Türkiye’deki sanayi metalurji alanında oldukça gelişmiş bir durumda. Malzeme mühendisliği konularında Türkiye’nin rekabet gücünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bizim sanayimiz geleneksel metalurji alanında oldukça iyi bir yerde. Demir-çelik sanayi olsun, döküm sanayi olsun, ya da cam sanayisine geçelim, geleneksel, düz camları kastediyorum, yine Türkiye oldukça iyi bir yerde. Durumun böyle iyi olmasından, bu malzemelere dair problemlerin önemli ölçüde çözüldüğünü ve artık bu bilginin sanayiye aktarıldığını anlıyoruz. Yani üniversiteler için artık problem olmaktan çıktığını, olabilecek problemlerin de sanayideki ar-ge merkezlerinde çözülmesi gerektiğini anlıyoruz.

Ama malzeme mühendisliği dediğimiz zaman, burada üretilen malzemelerin büyük ölçüde sanayiye ulaşmadığını, bunların hala gelişmekte olduğunu görüyoruz. Ama bunlar, gelecekte büyük ölçüde sanayide olacağını kabul ettiğimiz malzemeler. Benim görüşüme göre, üniversitelerin odaklanması gereken bu ikincisi. Çünkü, biz bir öğrenciyi yetiştirip mezun ettiğimiz zaman, onun 35-40 sene gibi bir süre çalışacağını varsayıyoruz. Onun için verdiğiniz eğitimin onu bu kadar uzun bir süre boyunca piyasada tutması lazım. Onu bu kadar süre piyasada tutabilecek eğitim, geleneksel metalurji eğitimi değildir. Mutlaka yeni konuların öğrenciye verilmesinde fayda vardır. Eğer siz öğrenciye yeni konuları vermiyorsanız, ileride önem kazabilecek konuların önemini öğrenciye kavratamıyorsanız, o zaman bu öğrencinin kendini sürekli yenileyebilme ve işini ileriye götürebilme şansı azalacaktır.

Peki üniversiteler uyum sağlayabiliyor mu bu değişime?

Şimdi, baktığınız zaman, bizim ülkemiz korkunç bir durumda. Neden korkunç bir durumda? 42 tane metalurji ve malzeme esaslı mühendislik var. Bu söylediğim bir ay öncesinin rakamı, belki yenileri eklenmiştir. Birçok devlet üniversitesinin bir de ikinci öğretimi var. Bunları da düşündüğünüz zaman, atmışın üzerinde bölüm oluyor. Bazı bilgiler vereyim size: İstanbul yakınlarındaki bir üniversitenin birinci öğretimine 75 kişi, buna artı 5 çeşitli kontenjanlar da ekleniyor, 80 kişi, ikinci öğretimine de 70 kişi alınıyor. Her sene 150 kişi giriyor buraya. Öğretim üyesi ve asistan sayıları ise bu kadar öğrenciye yeterli hizmeti verebilecek düzeyde değil.

Tuhaf gerçekten…

Oturacak sınıfları yok. Dolayısıyla 150 kişilik bir sınıf, kalanlarla birlikte 200 kişiye dönüşüyor. Bunların anfileri dahi 100-120 kişilik. Bizim ülkemizde her yıl mezun olan metalurji ve malzeme mühendisi sayısı, inanın dünyadaki en yüksek rakamlardan bir tanesi. Şimdi diyeceksiniz ki herkesin, her yerde bu bölümü kurma hürriyeti vardır. Tamam, özgürlüğü vardır ama bölümler çevrelerine hizmet etmek zorundadırlar. Üniversiteler ilk başta kendi bulundukları bölgeyi, kendi bulundukları şehri ve onun yakın çevresini kalkındırmakla yükümlüdürler. Şimdi siz çok uzak köşedeki bir şehirde metalurji ve malzeme mühendisliği bölümü açıyorsanız, o civarda onu besleyecek, oradan mezun olanlara iş imkanı sağlayacak en az 50-60 tane firmanın olması lazım. Bu sağlanamadığı zaman, mezun olan mühendislerin mesleklerine bizim istediğimiz oranda sahip çıkıp görevlerini yerine getirmeleri riskli hale geliyor.

Bu problemin nasıl bir çözümü olabilir sizce?

Bunun çözümü akreditasyondan geçiyor. Türkiye’de YÖK tarafından tanınmış bir tane akreditasyon kurumu var, mühendislik fakülteleri için söylüyorum, MÜDEK. Mühendislik Eğitim Programları Değerlendirme ve Akreditasyon Derneği. Yurtdışında bunun benzerleri var tabii. Amerika’da ABET var, Accreditation Board for Engineering and Technology. Kanada’da da bir benzeri var. MÜDEK de ABET’in tamamen Türkçeleştirilmiş hali. Aynı prensipleri, aynı şartlarda uyguluyorlar. Yeni kurulan üniversitelerin de, gelişmekte olan üniversitelerin de, gelişmiş olan üniversitelerin de, hepsinin akreditasyondan geçtiği zaman istenen niteliğe kavuşacaklarını kabul etmek lazım.

Türkiye’de kaç üniversite bu akreditasyonlardan geçmiş durumda?

Çok azı. Mühendislik bölümlerini düşünürseniz, ABET ODTÜ’yle başladı. 1996 yılında aldı ODTÜ ilk olarak. Daha sonra da 2002 ve 2008 yıllarında aldı. 2014’de dördüncü defa girecek. ABET’ten başka geçenler arasında İTÜ var, ama İTÜ bir kere girdi. Daha sonra Boğaziçi Üniversitesi ve Bilkent Üniversitesi aldı. Fakat Boğaziçi ve Bilkent Üniversitelerinde Metalurji ve Malzeme Mühendisliği Bölümü olmadığı için ondan söz etmiyoruz. Tabii, bu üniversitelerin özelliği İngilizce eğitim veriyor olmaları. MÜDEK’e girenler ise, Türkçe eğitim veren üniversiteler. Bunlar, metalurji ve malzeme mühendisliği bölümlerini ele alırsak, Anadolu Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi, 9 Eylül Üniversitesi, Karadeniz Teknik Üniversitesi, Kocaeli Üniversitesi ve son olarak da Sakarya Üniversitesi. Bu üniversitelerin metalurji ve malzeme mühendisliği bölümleri, bu akreditasyondan geçti. Amerika’da akredite olan üniversitelere baktığımızda ise, ABET’in sayfasında Malzeme Mühendisliği alanında Amerika dışından tek bir bölüm var: ODTÜ. Metalurji mühendisliği alanında da, yine Amerika dışından bir tek bölüm var, o da İTÜ. Bu akreditasyon konusu önemli.

Türkiye’de bir Malzeme Araştırmaları Topluluğu (Materials Research Society) yok. Böyle bir topluluğun kurulması da araştırma bazında üniversitelerin kalitesini yukarı çekebilir mi sizce? Metalurji Mühendisleri Odası bu boşluğu doldurmak için bazı faaliyetler yürütüyor ama gerçek anlamda bir araştırma topluluğu görevini de göremiyor doğal olarak.

Bu odanın işi değil tabii. Oda metalurji mühendisleri odası olarak kurulmuş. Onun adının metalurji ve malzeme mühendisleri odası olarak değiştirilmesi gerekiyor ilk fırsatta.

Valla biz çok seneler önce de konuştuk bu konuyu. Kurmaya da çalıştık ama iş dönüyor dolaşıyor, bu işin kurumsallaşmasına geliyor. Yani bir kişi kuruyor tamam, o üç beş sene devam ettiriyor, ama ondan sonra gelen çıkmıyor. Metalurji Mühendisleri Odası kurumsallaşmış bir durumda ve belli bir mali bütçeye sahip olduğu için bu işi yürütebiliyor. Ama bir malzeme araştırmaları topluluğunun kurulması birçok soruna çare olacaktır. Böyle bir şey kesinlikle gerekiyor.

Hocam çok teşekkürler, sizinle sohbete doyum olmuyor.

Rica ederim, ben teşekkür ederim.