Artık algılarımızın nasıl çalıştığıyla ilgili bir şey midir bilmiyorum, ama yeni bir teknoloji ortaya çıktığı zaman, bu yeniliği hâlihazırda var olan teknolojilere benzeterek anlamaya çalışmak gibi bir eğilimimiz var.
Mesela fotoğrafı ele alalım. Fotoğraf teknolojisi ilk çıktığı zamanlarda, insanlar uzun bir süre bu yeni teknolojiyi resim yapmanın daha iyi bir yolu gibi algılamışlar. O nedenle ilk çekilen fotoğrafları incelediğiniz zaman, resimlerin taklit edilmeye çalışıldığını açık bir şekilde görebiliyorsunuz: Neredeyse bütün fotoğraflar manzara fotoğraflarından ya da portelerden oluşuyor. Fotoğrafın bambaşka bir potansiyeli olduğu ancak belli bir süre geçtikten sonra anlaşılıyor.

Benzer bir durumu televizyonda da görüyoruz. İlk yapılan televizyon programlarına baktığınız zaman, hep radyoyu taklit eden bir anlayış olduğunu görüyorsunuz: Radyo formatını andıran bir haber programı var, ama farklı olarak spikeri de görüyorsunuz. Ya da bir müzik yayını var, ama şarkıyı söyleyen koroyu da görüyorsunuz.
Çünkü televizyonla yeni tanışan birçok kişinin aklında temel olarak şu düşünce var: Bu yeni teknoloji, radyonun görüntülü versiyonu. Tanımlamayı baştan böyle yaptığınız zaman, ister istemez radyo yayıncılığı üzerinden düşünüp, benzer bir eksende işler yapmaya çalışıyorsunuz. O yüzden tıpkı fotoğraf örneğinde olduğu gibi televizyon yayıncılığında da değişim ilk önce taklitle başlamış. Televizyonun bambaşka bir potansiyelinin olduğu ancak belli bir zaman geçtikten sonra anlaşılabilmiş.
Üç boyutlu yazıcılarda da taklit aşamasında mıyız?
Bana kalırsa benzer bir kafa karışıklığını üç boyutlu yazıcılarla ilgili olarak da yaşıyoruz. Biliyorsunuz, dördüncü sanayi devrimini yaşadığımız söyleniyor. Bu gerçekten bir devrim mi, yoksa kelimenin içini mi boşaltıyoruz, orası ayrı bir tartışmanın konusu. Ama bu birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü sanayi devrimleriyle kast edilen süreçleri, 18. Yüzyılda başlayan sanayi devriminin aşamaları olarak değerlendirmek bana kalırsa daha doğru olur.

Çünkü bütün bu aşamalara yakından baktığınız zaman, aslında hepsinin özünde ortak bir anlayışın yattığını görüyorsunuz: Üretim standartlaştırılmış ve değiştirilebilir parçalar kullanılarak, bu parçaların monte edilmesiyle yapılıyor. İlk başta elle yapılıyordu, sonra mekanikleşti, ardından elektrik motorlar, sonra da bilgisayarlar işin içine girdi. Şimdi de dijitalleştiğini görüyoruz. Ama temeldeki düşünce değişmedi.
Örneğin bir otomobil düşünün: Birçok farklı parçadan oluşuyor, değil mi? Otomobilin üretim süreci dediğimiz şey, bir anlamda ayrı ayrı üretilmiş bu standart ve değiştirilebilir parçaların bir araya getirilip, birleştirilmesi anlamına geliyor. Bu ister bir uçak için olsun, ya da bir bilgisayar veya cep telefonu, temeldeki düşünce hep aynı: Nihai ürün, bir takım standart ve değiştirilebilir parçaların bir araya gelmesiyle ortaya çıkıyor. İmalat sanayi adını verdiğimiz sektöre ya da yan sanayilere baktığımız zaman da, bu değiştirilebilir parçaların üretimine odaklanmış işletmelerden kurulu yapılar görüyoruz.
Standart ve değiştirilebilir parçaları kullanarak ve montaj yaparak üretme fikrini o kadar kanıksamış durumdayız ki, üç boyutlu yazıcı teknolojisiyle karşılaştığımız zaman, ister istemez bu teknolojiyi de standart ve değiştirilebilir parçaları üretmek için alternatif bir yol olarak algılıyoruz. Ama aslında bu teknolojinin sahip olduğu farklı bir potansiyel var.
Doğadan ilham alan sanayi
İsterseniz sanayi anlayışından bir an için uzaklaşıp, gözümüzü biraz doğaya çevirelim. Biliyorsunuz doğada işler bu şekilde yürümüyor. Ortada farklı malzemelerden oluşan standart parçalar yok. Çoğu zaman tek bir malzemenin süreklilik gösterdiğini, fakat işleve göre özellik değiştirdiğini görüyoruz.
Örneğin iskelet sistemimizi düşünün: Tüm yapı kemikten oluşuyor diyoruz ama aslında kemik dediğimiz şey homojen bir malzeme değil: Kemiği şöyle uzunlamasına ikiye ayırdığınız zaman, iki farklı dokuyla karşılaşıyorsunuz: Dış kısımda kortikal adı verilen kompakt bir yapı, içeride ise daha süngerimsi bir yapı görüyorsunuz. Dış kısım mekanik ve koruyucu bir görev görüyor. Ama içeride kalan süngerimsi yapı metabolik aktiviteler için daha uygun bir ortam sunuyor.

Bir başka benzer örnek ise insan derisi. Biz doğal olarak vücudumuzun tamamını saran tek bir deriye sahip olduğumuzu düşünüyoruz, değil mi? Ama yüzünüzdeki deriyle, örneğin sırtınızdaki deri aynı özellikleri taşımıyor. Birazdan bahsedeceğim Neri Oxman’ın TED konuşmasında da belirttiği gibi, yüzünüzdeki deri ince ve geniş gözeneklere sahipken, sırtınızdaki deride daha kalın ve küçük gözenekler bulunuyor. Çünkü biri filtre, diğeriyse bariyer görevi görüyor. Deri aynı deri. Arada bir bağlantı ya da montaj yok. Parçalar halinde birbirinden ayırt edebileceğimiz bir bölünmüşlük yok. Farklı konumlardaki işleve göre yapısını değiştiren tek bir malzemeden bahsediyoruz.
Doğada gördüğümüz bu anlayışın sanayide örneklerini pek göremiyoruz. Çünkü geleneksel üretim yöntemleri bu tür yapılar üretmek için uygun değil. Ayrıca bütün sanayi zihniyeti standartlaştırılmış ve değiştirilebilir parçaların montajı üzerine kurulu olduğu için, bu tür bir yaklaşıma dair bir arayış olduğunu da pek söyleyemeyiz.
Fakat üç boyutlu yazıcılar, bu yaklaşımın sanayi üretimiyle birleşmesinde kilit bir rol oynayabilirler. Bunun mümkün olabilmesi için, bu yazıcıları bu bahsettiğim standartlaştırılmış ve değiştirilebilir parçaların üretimine ek olarak, derecelendirilmiş özellikler sergileyen, yekpare parçaların üretimi çerçevesinde de ele alabileceğimizi fark etmemiz gerekiyor.
Şanslıyız ki bunu fark eden insanlar zaten var: Örneğin Neri Oxman, bu düşünce çerçevesinde ele alabileceğimiz çalışmalar yapıyor. Neri Oxman’ın tam olarak ne iş yaptığını tarif etmek biraz zor: MIT Media Lab’da çalışan bir akademisyen, ama branşı nedir diye soracak olursanız, açıkçası geleneksel alanlar dahilinde tarif etmesi biraz zor işlerle uğraşıyor. Biyoloji, malzeme bilimi, mekanik, bilgisayar bilimi ve tasarım alanlarının kesişiminde bir yerde işler ürettiği söylenebilir.

Üç boyutlu yazıcıları kullanarak yaptığı işler oldukça enteresan: Maskeler, elbiseler, farklı konumlarında farklı özellikler sergileyen yekpare koltuklar. Pratik mühendislik uygulamalarına odaklanmak yerine, bu teknolojinin neler yapabileceğini göstermek istercesine oldukça farklı alanlarda çalışmalar yapıyor Neri Oxman. Bu düşünce çerçevesinde şekillendirdiği bina yazan üç boyutlu yazıcılar üzerine çalışmaları da var. Ama binayı bizim alışkın olduğumuz şekilde standart özellikler sergileyen malzemelerle yapmak yerine, işleve bağlı olarak özellik değiştirebilen malzemelerle üretmeyi hayal ediyor. Örneğin üzerine düşen yük yoğunluğuna göre gözenek miktarı azalıp artabilen bir malzemeden duvarlar yapabileceğimizi ve bu şekilde yük taşımayan kısımlarda malzemeden kazanabileceğimizi söylüyor. Belki de istediğiniz bir anda şeffaflaşıp pencere görevi görebilecek bir duvar yapmanın hayalini kuruyor.
Endüstride gerçek devrim: Değiştirilebilir parçalardan sürekliliğe geçiş
Sanayi anlayışı her şeyi net çizgilerle birbirinden ayırmak üzerine kurulu: Hem üretim süreçlerini, hem üretimde kullanılacak parçaları, alanları, departmanları, meslekleri hep standart ve ayrı parçalar üzerinden ele alıyor. Fakat üç boyutlu yazıcı teknolojisi, bu net çizgileri bulanıklaştırıp, doğada gördüklerimize benzer şekilde süreklilik gösteren yapılar üretmeye başlamak için güzel bir başlangıç noktası olabilir.

Üç boyutlu yazıcı teknolojisi henüz taklit aşamasında: Tıpkı televizyonun ilk başta radyoyu taklit etmesi gibi, şu anda bu teknolojiyi standart ve değiştirilebilir parçalar üretmenin daha avantajlı bir yolu olabilir mi diye algılamaya çalışıyoruz. Fakat diğer yandan, tıpkı Neri Oxman’ın çalışmalarında olduğu gibi, bu teknolojinin farklı bir üretim anlayışını mümkün kılabileceğini de yavaş yavaş görmeye başlıyoruz.
Bu demek değil ki standartlaştırılmış ve değiştirilebilir parça anlayışını terk edip, tüm dikkatimizi artık işlevselliğe göre derecelendirilmiş özellikler sergileyen malzemelere yöneltelim. Hayır: Standart ve değiştirilebilir parçalara dayalı sanayi anlayışı yıllardan beri topladığı momentumla hızını koruyup, daha uzun yıllar hayatımızda olmaya devam edecek.
Fakat eğer bu bahsettiğim anlayış bir üretim yaklaşımı olarak kendini kabul etmeyi başarabilirse, işte o zaman sanayide kabul gören yaklaşımları ciddi anlamda değiştirebilecek gerçek bir devrimin yaşanacağını söyleyebiliriz diye düşünüyorum.