Wikipedia verilerine göre, insan yerleşimi dünya yüzeyinin sadece %0,05 gibi bir kısmını kaplıyor. Diğer bir deyişle, dünya yüzeyinin %99,95’inde insan yerleşimi bulunmuyor. Tabii bu yüzeyin %70,8’inin suyla kaplı olduğunu da unutmamak gerekir. Yine de, geriye kalan %29,2’lik kısmın sadece minik bir parçası insan yerleşimine ayrılmışken, dünyanın bir nüfus krizi olduğuna, aşırı nüfus artışına bağlı bir krizin gündemde olabileceğine siz olsanız inanır mısınız?

Nüfus krizine sadece böyle bir oranlama üzerinden yaklaşacak olursanız, elbette hayır. İnsanlar yerleşebilecekleri alanın sadece 1/600 gibi bir kısmını işgal ediyorken, ortada pek bir kriz varmış gibi görünmüyor elbette. Ama soruyu insan yerleşiminin kapladığı alan değil de, insan varlığının yol açtığı tahribat ve insan etkisinin hissedildiği alanlar yönünden değerlendirdiğinizde, bambaşka bir resimle karşılaşıyorsunuz.
Devam etmeden önce bir konuyu netleştirmekte fayda olabilir. Nüfus krizi ifadesi farklı mecralarda farklı anlamlarda kullanılabiliyor. Örneğin Batı’da doğum oranının düşüyor ve nüfusun yaşlanıyor olması medyada bir nüfus krizi olarak yer alırken, nüfustaki aşırı artış da aynı şekilde, nüfus krizi ifadesiyle tanımlanabiliyor. Bu yazıda üzerinde duracağımız kriz ikincisi, yani insan nüfusundaki artış olacak.

Aşırı nüfus ne demek?
Öncelikle bir yerleşim bölgesinin hangi koşullar altında aşırı nüfuslu (overpopulated) olarak değerlendirilmesi gerektiği sorusuyla başlayalım. Sadece bir bölgede yaşayan insanların sayısına bakarak, bir bölgenin aşırı nüfuslu olup olmadığını söylememiz doğru bir yaklaşım değil. Dikkat edilmesi gereken esas faktör yerleşim bölgesinde yaşayan insanların sayısından ziyade, o bölgedeki insanların yenilenemeyen doğal kaynakları ne kadar hızlı bir şekilde tüketiyor olduğu. O nedenle aşırı nüfuslu olarak değerlendirilen bir bölgedeki insanlar yaşam tarzlarını değiştirdikleri ve yenilenemeyen doğal kaynakların tüketimini yavaşlatabildikleri takdirde, nüfusta bir azalma olmasa bile aynı bölge artık aşırı nüfuslu olarak değerlendirilmeyebilir. Bunu anlamak, nüfus krizi problemini doğru kavramak açısından oldukça önemli.

Birleşmiş Milletler verilerine göre, doğurganlık seviyesinde artı ya da eksi yönde beklenmedik bir değişiklik olmaması durumunda, 2100 senesinde dünya nüfusunun yaklaşık 11 milyar düzeyine ulaşması öngörülüyor. Bu artışın yol açabileceği onlarca problem sayabiliriz. Hatırlarsanız, gıda alanında oluşması muhtemel problemler ve bu problemlerin çözümüne yönelik çalışmalar hakkında daha geçtiğimiz hafta bir yazı yayımlamıştım.
Elbette nüfus artışının yol açabileceği problemler sadece gıda ile sınırlı değil. Aslında nüfus artışını gelecekte insanoğlunu bekleyen tüm problemlerde çarpan etkisi yapacak bir etken olarak değerlendirmemiz daha doğru olur. Nüfus artışının özellikle tüketimdeki artışla birleşmesi, iklim, enerji, su, gıda ve benzeri tüm krizlerin daha da büyümelerine yol açıyor.
Bu noktada bir parantez açıp, insan varlığının dünya üzerindeki etkilerinin boyutları hakkında biraz bilgi vermek gerekebilir. İnsanların doğada ve yenilenemeyen kaynaklarda yarattığı tahribat bir yana, bazı bilim adamlarına göre insan etkisi nedeniyle dünyanın artık yeni bir jeolojik döneme girdiği bile iddia ediliyor. Her ne kadar bu yazının kaleme alındığı günlerde henüz Uluslararası Jeoloji Bilimleri Birliği tarafından onaylanmış olmasa da, içinde yaşadığımız jeolojik döneme bazı bilim adamları Antroposen adını vermeyi öneriyor (Anthropocene: Yunanca “insan”anlamına gelen anthropos kelimesinden anthropo- ve “yeni” ya da “yakın zamanlı” anlamına gelen kainos kelimesinden -cene). Diğer bir deyişle, içine girdiğimiz jeolojik dönemi – lütfen burada jeolojik vurgusuna dikkat ediniz – insanların çağı olarak adlandırmak istiyorlar. Çünkü insan varlığının sadece atmosferi ya da okyanusları değil, artık yer kürenin üzerinde yaşadığımız dış kabuğunu da etkilemeye başladığını düşünüyorlar.

İnsan varlığının dünyanın jeolojik yapısını bile etkileyecek bir düzeye ulaştığını kabul ediyorsak, nüfus artışının neden diğer tüm krizlerde bir çarpan etkisi yaratacağını daha rahat kavrayabiliriz. Biyoçeşitlilik, hava kirliliği, enerji, su, gıda, iklim ve arazi kullanımı gibi çoğu problem, nüfus artışı ve tüketim fazlalığı çarpanları ölçüsünde kuvvetlerini arttırarak büyümeye devam ediyorlar.
Çözümler üzerinde nasıl düşünebiliriz?
Takip edenler farkındadır: Bir süredir Mühendishane’de dünyayı bekleyen ya da halihazırda yaşamakta olduğumuz bazı problemleri gündeme getirmeye çalışıyorum. Bu konuları Mühendishane’ye taşımaktaki amacım elbette sadece felaket tellalığı yapmak değil. Oturup bu konular üzerine yazmak inanın benim de hoşlandığım bir şey değil. Zaman zaman benzer minvaldeki konular üzerine yazanların çözüm önermedikleri ve sadece problemleri vurguladıkları yönünde eleştirilere maruz kaldıklarını gördüğüm için, bir noktayı vurgulama ihtiyacı hissediyorum: Amaç sadece problem var demek değil, problemin varlığına ve özellikle kaynağına dair bir farkındalık kazandırmak. Çünkü geleceği maalesef sadece robotlar, endüstri 4.0 ve yapay zeka şekillendirmeyecek. Gelecek algımızı sadece bilim kurguyla bezenmiş iyimser bir futurizm ile süslemek yerine, gerçek problemlerimiz ve bu problemlerin nasıl büyüdüklerine karşı ayakları yere basan bir farkındalık geliştirmek, sadece mühendis veya mühendis adayları değil, herkes için bir görev olarak önümüzde duruyor diye düşünüyorum.
Bu yazıların amacı da tam olarak bu zaten: Çözümler üzerinde düşünebilmenin ilk adımı farkındalık ve bilinçlenme ile atılabiliyor. Hiçbir malzeme teknolojisi ya da gelişmiş ülke veya üniversite, bizi bu problemler karmaşasından tek başına çekip çıkarabilecek güce sahip değil. Bizim yol açtığımız problemlerin yine bizim tarafımızdan çözülmesi gerekiyor. Bir örnek vereyim: Yukarıda, aşırı nüfuslu olarak tanımlanan bir bölgedeki tüketim alışkanlıkları ve yaşam tarzı değiştirildiğinde ve yenilenemeyen doğal kaynakların tüketimi dengelenebildiğinde, bölgenin aşırı nüfuslu durumundan çıkabileceğini belirtmiştim hatırlatsanız. Aslında bu ifade problemin kaynağını da, çözümünü de açıkça ortaya koyuyor: Dünyanın esas problemi nüfusun çok olması değil, tüketimin çok olması. O nedenle çözüm için öncelikle bu tüketim alışkanlıklarının sorgulanması, atılması gereken bariz bir ilk adım olarak önümüzde duruyor.

Doğru tedavi doğru teşhis gerektirir: Esas problem nüfusun değil, tüketimin fazla olmasıdır. Nüfus krizi özünde bir tüketim krizidir.
Aşırı tüketim, aşılması zor bir problem. Dünya nüfusunun tüketmeye alıştığı ve hatta yokluğunu düşünmek bile istemeyeceği birçok mal ve hizmet var: Giysiler, gıdamız, evlerimiz, elektriğimiz, yakıtlarımız, ulaşım imkanlarımız, medyamız, teknolojik aygıtlarımız, sağlık ve finansal hizmetlerimiz, hep bu çerçevede ele alınması gereken örnekler. Bu mal ve hizmetlerin hepsi bize ulaşırken bir takım kaynakların tükenmesine yol açıyorlar. Bir kaynak tükendiğinde bir başka kaynak tüketilmeye başlandığı için, biz farkına varmadan doğal kaynakların artık kurtarılamaz bir düzeye inmiş oldukları gerçeğiyle karşı karşıya kalabiliyoruz.
Bu açıdan baktığımızda, yenilenebilir kaynakların neden büyük önem taşıdıklarını, bu kaynaklar tüketilirken ortaya çıkan sera gazı gibi çıktıların etkilerinin neden önemli olduklarını daha rahat kavrayabiliyoruz. Elbette bu konulara dair mühendisliğin ve malzeme biliminin katkıda bulunabileceği çok alan var. Ancak bu çözümleri önümüzdeki yıllarda görmeye başlayabilmemiz için, bu problemlerin varlığından ve kirli bilgilerden arındırılmış, gerçek niteliklerinden daha çok haberdar olmaya ihtiyacımız var. Haberdar olalım ki, çözümler üzerinde düşünmeye hep beraber başlayabilelim.
Bilinçsiz tüketim konusunda devletlerin sivil toplum kuruluşları ile birlikte ciddi çalışmalar yürütülmesi gerekir sadece marketlerde poşeti ücretli yapmak yeterli değildir. Aşırı su aşırı ekmek aşırı kıyafet aşırılık çağı deyim yerindeyse. Faydalı bir yazı olmuş teşekkür ediyorum ben kendi nezdimde bir şeyler yapmaya çalışacağım ve insanları buna aktaracağım.